“Merhaba Neval Hanım,
Ben Ö.K., aslında bu iletiye dönüş ihtimali üzerine yazsam da çok mutluyum çünkü üniversite sınavına gireceğim ve hep düşünürdüm tıp ve hukuk aynı anda olmaz mı diye ve çok araştırdım bir çok örnek var ancak sizin geçmişiniz beni çok etkiledi bir cerrahın avukatlık yapması nasıl bir duygu çok merak ettim, aslında bu konuda bir kitabınız olsaydı da sizi rahatsız etmeseydim-mesaj atmak için sabahı bekleyemedim kusura bakmayın- çünkü insan merak ediyor hukuk uzmanı bir cerrah olabilirdiniz ama siz doğrudan hukuk hizmeti veriyorsunuz. Olur da bir tercih yapmak zorunda kalsam hangisini neden tavsiye edersiniz? Bana ikisi de çok cazibeli geliyor iki alanı da seviyorum içinde bulunduğum durum bir kararsızlık ya da maymun iştahlılıktan çok merak ve doğru olanı kesin olmasa da bilme isteği…
Cevap verirseniz çok mutlu olurum, teşekkür ederim.”
Gencecik bir evladımız yazmış bu e-postayı, gece 00:32’de göndermiş. Heyecanına, hevesine, samimiyetine, kendini güzel ifade ediş biçimine, Türkçeyi doğru kullanmasına, dilbilgisi kurallarına hakimiyetine, her şeyine, her şeyine bayıldım…
Başarının ilk temel taşı çalışmak elbette, ama en az onun kadar önemli başka bir konu da hayatta ne istediğini sorgulamak ve bu doğrultuda plan yapmak. Elbette “hayat bir plan yaparken başımıza gelenlerden ibarettir”, bu sözün doğruluğunu hayatımın her döneminde deneyimleyerek öğrendim, ama bir plan, tutunacak bir dal, izleyecek bir ışık veriyor insana. Yolunu kaybetmesini engelliyor. Kaldı ki, bir plan her zaman gelişmelere uyarlanabilir, değiştirilebilir, geliştirilebilir. Bu güzel kardeşimizi genç yaşında bu sorgulamayı yaptığı için kutluyorum öncelikle…
Başarının diğer temel koşulu sevdiğiniz işi yapmak, buna olanak yoksa yaptığınız işte sevilecek yanları görmek. Ben cerrah olmaya karar verdiğimde henüz ortaokuldaydım. Tıp fakültesi tercihimi de “hekim” olmak için değil, “cerrah” olmak için yaptım. 20 yıl boyunca da bir tek defa bile yüksünmeden, büyük bir aşkla yaptım işimi. Genç bir asistanken hocalarımdan duyduğum en büyük eleştiri “bu işi gereğinden fazla bir hevesle yapıyorsun”, “hastaların hepsi de senin ailenmiş gibi davranma, çok yıpranıyorsun” idi. Evet, çok büyük bir heves ve keyifle öğrendim ve yaptım cerrahiyi, yeni teknikler çıktıkça bunları öğrenmek ve kendi hastanemde uygulamak için savaştım, geleneksellikten ayrılmak istemeyen meslektaşlarıma karşı mücadeleler verdim, ama değdi. Evet, her bir hastamı ailem gibi gördüm, “annemi veya babamı tedavi etseydim nasıl bir özen göstereceksem, nasıl önerilerde bulunacaksam o şekilde” davrandım. Buna da değdi. Ta 2002 yılında %95 oranında ölümcül olan akut aort anevrizması hastam iyileşip taburcu olduktan sonra o nedenle her yıl ameliyat yıldönümünde çiçekler gönderdi, 2016 yılında başka bir nedenle vefat ettiğinde hiç tanımadığım kızı beni internetten arayıp, bulup, babasının vefatını haber verdi, tekrar teşekkür etti. Gerçekten bütün bunlara değdi.
Sonra anne oldum. Hayatın bana verdiği en büyük armağan olduğunu gördüm anneliğin. Tercihler, öncelikler, planlar değişti. “Büyük aşkım” cerrahiye tempoyu düşürerek devam edemezdim, yapıma aykırıydı. Aynı şekilde devam etsem kızıma istediğim ölçüde zaman ayıramayacaktım. “Büyük armağan”, “büyük aşkı” yendi, anneliğimin, kızımın öncelikli olmasına karar verdim. İyi ki de verdim. Aslında koşullar, böyle bir seçim yapmak zorunda bırakmamalı insanları. Bazı İskandinav ülkelerinde hem anneler hem de babalar ücretli veya ücretsiz “çocuk izni” alabiliyor, hem de her biri ikişer yıldan toplam dört yıla kadar, çocuklar anaokuluna başlayıncaya kadar anne ve/veya babasının bakımında büyüyebiliyorlar. Bunun ekonomik boyutu, iş performansına ve kariyer planlamasına yansımaları ayrı bir yazının konusu, oralara hiç girmeyelim.
Sonra, bir yandan kızım büyürken, bir yandan da hukuk eğitimi başladı, onun hikayesi de ayrı, başka bir zaman anlatırım. Önceleri “ilk bir iki yıl ders alırım, biraz genel kültürüm artar” diye başladığım hukuk eğitimi beni sardıkça sardı. Çünkü hayatın kendisi hukukla iç içeydi. Deyim yerindeyse bir solukta geçip gitti lisans eğitimi.
Okudukça ve öğrendikçe aslında ne kadar az şey bildiğimi fark ettim. “Bari bir alanda bilgim derinlik kazansın” deyip sağlık hukuku alanında yüksek lisans yapmaya karar verdim, iyi ki de yaptım. Bu eğitim bana yeni bir bakış açısı, yeni bir düşünce biçimi kazandırdı. Ancak gördüm ki, öğrendikçe ne kadar çok bilmediğim şey olduğunu fark ediyorum, o nedenle öğrenmeye devam. Şimdilerde ikinci doktora tezim için araştırma yapıyorum, okuyorum. Büyük bir keyif…
En sonda da hem genç kardeşimizin hem de pek çok kişinin sorduğu soruya yanıt vereyim: Cerrahlığı mı daha çok sevdim, avukatlığı mı?
Cerrahlık bir tür süper kahramanlık, her an, her dakika aksiyon var. Hep bir ölüm kalım mücadelesi içindesiniz. Hızlıca doğru kararı vermek ve derhal, doğru biçimde uygulamak zorundasınız. Gençlik yıllarım için biçilmiş kaftandı bu iş. Yapıma uygundu. Çok büyük keyif ve mutlulukla yaptım. Devam ediyor olsaydım, aynı heyecan ve keyifle yapacağıma eminim.
Avukatlık, hele de Türkiye koşullarında avukatlık, o da bir tür süper kahramanlık (aslında bu ülkede yaşamak bir tür süper kahramanlık, ama o da başka bir yazının konusu)… Avukatlığa adım attığımda 50 yaşındaydım, onca yaşanmışlık, hayat tecrübesi, naçizane hukuk bilgisi, ciddi bir tıp deneyimi, yıllar içerisinde iyi kötü gelişmiş bir akademik düşünce şekli… Hepsini harmanlayınca yine çok keyifle yaptığım bir işim, aşkla ve gururla yürüttüğüm bir mesleğim oldu. Yeni bir “aşkım” oldu.
Genç kardeşime en son şunu söyleyeyim: Hayat bir bakış açısı, bir felsefe, bir yaklaşımdan ibaret. İçini bizim dolduracağımız bir tuval, renklerini bizim seçeceğimiz bir resim. Yeter ki bakış açımız geniş, felsefemiz çok yönlü, yaklaşımımız olumlu olsun.
Tüm genç arkadaşlarıma pırıl pırıl, güzel bir gelecek diliyorum…
11.02.2021, Ankara
Av. E. Neval YILMAZ, MD, PhD