Dün de alkışlamadım. Yarın da alkışlamayı düşünmüyorum.
Çünkü ben, hekimleri çok iyi biliyorum. Onları çok iyi tanıyorum.
Üzerinde beyaz önlüğü, karşıdan gelen bir hekim gördüğümde biliyorum: Tıp fakültesine başladığı andan, hatta hekim olmaya karar verdiği ortaokul/lise yıllarından beri gecesini gündüzüne katmış, hep çalışmış çabalamıştır. Hem de nasıl bir adanmışlıkla. Sınırsız, uçsuz bucaksız, her gün yeni bilgilerin eklendiği tıp bilgileri deryasında okuyacakları hiç bitmemiştir. Emekliye ayrılmak üzereyken bile masasının üzerinde “acil okunacak” bir tomar kitap/makalesi durmaktadır.
O karşıdan gelen hekim, öğrenciliğinde yaşıtları gülüp eğlenirken “benim de zamanım gelecek” inancıyla kendini odasına, kütüphanelere kapatıp sabahları bulmuştur kitapların, ders notlarının arasında. İlk gençlik yıllarında sevgilisiyle el ele gezmek yerine hastane koridorlarını arşınlamıştır. Sonra bir dönüp bakmıştır ki yaş olmuş 53, ama onun zamanı hâlâ gelmemiştir.
O karşıdan gelen hekim, dar gelirli ailesine uzun, çok uzun eğitimiyle yük olmamak için, ağır eğitiminin yanı sıra ona gelir sağlayacak hiçbir fırsatı kaçırmamış, uykusuz gecelerine yenilerini eklemiştir.
O karşıdan gelen hekim, hamileliğinin son haftalarına kadar çalışmış, ameliyatının doğum izni sonrasına kalmaması için ricacı olan hastalarını kıramamış, sonra karnı burnunda üst üste on bir saat ameliyat yaptığı bir gün kanama geçirmiş, kesin yatak istirahati verilerek, doğum uzmanı doktorundan da iyi bir azar işiterek evine gönderilmiştir.
O karşıdan gelen hekim, küçücük bebeği uyurken sabah altıda acil vakaya çağrılıp hastaneye koşturmuş, bütün gün aklı bebeğinde ve bakıcısında çalışmış, gecenin on birinde yine acil vakadan çıkıp eve gelmiş, uyuyan bebeğini uzaktan öpmek ve koklamakla yetinmiş, çok geceler sessizce ağlamıştır “ben bugün yine bebeğimi görmedim” diye…
O karşıdan gelen hekim hafta sonu, bayram, yılbaşı demeden çalışmış, hasta annesini, babasını, hatta çocuğunu evde bırakıp kendini hastalarına adamıştır. Ya da aylardır görmediği, uzaklarda yaşayan anne babası evine ziyarete gelmiş, o ise nöbeti var diye onları evde bırakıp işinin başına gitmiştir.
O karşıdan gelen hekim aniden geliveren “geçici görevlendirme” ile ailesini, eşini, çocuklarını bir anda bırakıverip hiç bilmediği, uzaklarda bir yere pat diye gidivermiştir. Bu kararı, bu görevlendirmeyi sorgulamak veya itiraz etmek aklına bile gelmemiştir.
O karşıdan gelen hekim, son bir ay içerisinde, biraz üzgün, ya da yorgun, ya da uykusuz, ya da evindeki sorunlar nedeniyle yüzü asık olduğu için ya da bambaşka lüzumsuz bir nedenden şikâyet edilmiş, uykusuz gecelerinde bir de savunmalar yazmak için daha da uykusuz kalmıştır.
O karşıdan gelen hekimin yine üstüne yürümüştür, bağırmıştır ya da hakaret etmiştir birileri: gelmeyen hastaya reçete yazmadığı için, olmayan hastalığa rapor vermediği için, ya da sadece gözünün üstünde kaşı olduğu için.
O karşıdan gelen hekim, acilde, sekiz saatlik mesai içerisinde, her gün, rutin çalışmanın bir parçası olarak tek başına tam 350, evet, evet, tam üçyüzelli hasta bakmak zorunda bırakılmıştır. Ya da o hekim, poliklinikte bir günde 100 hastası olduğu gün “bugün sakin geçti” diyerek sevinmiştir.
O karşıdan gelen hekim, çok çalışmış, uzman olmuş, daha da çok çalışmış yan dal uzmanı olmuştur. Ama gün gelip de çalışmak istediği hastanede sadece uzmanlık dalı kadrosu olduğu için bu kadroya ataması yapılmamıştır. Ona denmiştir ki: “Sen yan dal uzmanısın. Uzmansın da aynı zamanda ama çok fazla iyisin, çok fazla şey biliyorsun, uzman olarak atanamazsın”.
O karşıdan gelen hekim, gecesini gündüzüne katıp, “kardeşi/annesi/babası” gibi özenle tedavisini sürdürdüğü, kendisine ve yakınlarına özel telefonunu bile verip gece gündüz konuştuğu, bilgi verdiği, sohbet ettiği, hatta evinde ziyaret ederek kontrol ettiği hastasının kendisine dava açtığını hayretle görmüştür. Günler, geceler boyunca huzursuz olmuş, uykusuz kalmış, bir kusurunun olmadığını, yaptığı her şeyin tıp standartlarına uygun olduğunu kanıtlamak için aylarca, yıllarda mahkemelerde “süründürülmüştür”. Aylarca “acaba hapse girer miyim, meslekten atılır mıyım” korkusuyla kıvranmak zorunda bırakılmıştır.
O karşıdan gelen hekimin suratına yumruk atılıp burnu kırılmıştır, kafasında kaldırım taşı parçalanmıştır, gebe haliyle sırtından bıçaklanmıştır, mesai yaparken odasında öldürülmüştür, o yoksa onun yerine eşi öldürülmüştür.
Ben dedim ya, hekimleri çok iyi tanıyorum, çok iyi biliyorum. Toplum olarak onlara borçluyuz. Yoğun eğitimle geçen yılları, her bir hasta için ayrı ayrı hissettikleri stresi, gerektiğinde ailelerinden, çocuklarından vaz geçerek yaptıkları fedakârlıkları, uykusuz geceleri, erken biten hayatları borçluyuz onlara. Öyle bir gün, üç gün, her gün alkışlamakla bu borç ödenmez.
Bu borç saygıyla ödenir, bu borç gönül alkışıyla ödenir…
Bu borcun sadece bu kriz zamanında değil, her zaman ödenmesi gerekir…
Bu borç öyle kolay kolay ödenmez…
Ben, dediğim gibi, bu akşam ve diğer akşamlar hekimleri alkışlamayacağım. Onları her gün, her yaptıkları işte, her yazdıkları reçetede, her girdikleri ameliyatta alkışlayacağım. Umarım hepsi haklarını bize helal ederler…
NOT: BU YAZIDA VERİLEN ÖRNEKLERİN HİÇBİRİ HAYAL ÜRÜNÜ DEĞİLDİR. TAMAMI GERÇEKTİR.
20.03.2020, Ankara
Av. E. Neval YILMAZ, MD, PhD, LMM